
Depreme Hazırlık için İş Dünyasından İşbirliği![]()
İş dünyası depreme hazırlık için bir araya geldi. TÜSİAD, TÜRKONFED, SEDEFED ve Hedefler için İş Dünyası (B4G), UPS Foundation'ın finansal desteği ile bir çalıştay serisi düzenledi. Deprem açısından kritik öneme sahip “ulaştırma ve lojistik”, “enerji”, “bilgi ve iletişim teknolojileri”, “finans ve sigorta” ile “gıda ve tarım” sektörlerinden önde gelen şirketlerin ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla gerçekleştirilen çalıştayların ardından, 17 Ağustos depreminin yıl dönümünde “İstanbul Depremi Senaryosu İş Dünyası Hazırlık Raporu” yayımlandı.
İş Dünyası İçin Üç Stratejik Adım Raporda, iş dünyasının depreme yönelik stratejik öncelikleri arasında; a) ihtiyaç halinde kamu kurumlarına yardım etmek için destek mekanizmasının güçlendirilmesi, b) başta KOBİ'ler olmak üzere işletmeler için pratik operasyonel kriz yönetimi araçlarının geliştirilmesi, c) kaynakların daha iyi kullanımı için sektörler arası koordinasyonun güçlendirilmesi yer aldı. “Can güvenliği”, “iş sürekliliğinin sağlanması” ile “şehrin ekonomik açıdan toparlanmasının desteklenmesini kapsayan üç ayaklı bir yaklaşım benimsenen raporda ayrıca kriz sırasında koordinasyon sağlanmasının önemine de dikkat çekildi. İş dünyasının kriz yönetimi kapasitesini geliştirmek ve sektörlerin yol haritalarını belirlemek üzere yapılacak çalışmalar, TÜSİAD ve TÜRKONFED'in iş birliği ile devam edecek.
17 Ağustos Depreminin 22. Yılında Oda Başkanlarından Ortak Açıklama: “Daha Büyük Acılar Yaşamamak İçin Acilen Önlem Alınsın” Cumhuriyet tarihinin 1939 büyük Erzincan depreminden sonra en büyük ikinci depremi olarak kayıtlara geçen 1999 Gölcük depreminin üzerinden 22 yıl geçti. 7,4 büyüklüğündeki deprem tüm Marmara bölgesini etkilemekle birlikte can kayıpları ve ekonomik sonuçları itibariyle tüm Türkiye’yi sarstı. Gölcük Depremi, ülkemizin depreme bakış açısının değişmesinde bir milat olarak kabul edilmektedir. 17 Ağustos Depremi’nden çıkan ders, coğrafi riskler göz ardı edilerek kurulan şehirlerin, plansız-çarpık kentleşmenin ve mühendislik hizmeti almayan yapıların insanlar için büyük tehdit oluşturduğuydu. 1999’dan sonra, deprem sonrası müdahaleden çok deprem öncesi alınması gereken tedbirlerin düşünülmesi gerektiği tüm çevrelerce benimsendi. Ortaya çıkan bu fikir birlikteliği sonucunda güvenli ve sağlıklı bir yaşam, yapılaşma ve çevre için nelerin yapılması veya yapılmaması, ne tür önlemlerin alınması gerektiği konularında fikirler öne sürülmüş, bunların değerlendirilmesi sonucunda kamu kurumlarınca strateji ve eylem planları oluşturulmuştur. Ancak bugün geriye dönüp bakıldığında aradan geçen 22 yılda bir arpa boyu yol kat edilemediği görülmektedir. AFAD’ın 2011 yılında yapmış olduğu geniş tabanlı bir çalışma ile hazırlanan Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı (UDSEP) kapsamında, büyük çoğunluğu 2017 tarihinde bitirilmek üzere 2023 yılında tamamlanması hedeflenen çalışmalar Bakanlar Kurulu Kararı olarak 18.08.2011 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Son olarak 2020 yılında TBMM’de Depreme Karşı Alınabilecek Önlemlerin ve Depremlerin Zararlarının En Aza İndirilmesi İçin Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Meclis Araştırması Komisyonu kurulmuş ve raporu yayımlanmıştır. Ancak ne yazık ki bu son rapor şimdiye kadar hazırlananların en gerisi niteliğindedir.
“Kanal İstanbul Projesi Varlığıyla Bir Beka Sorunudur” Başta İstanbul ve İzmir gibi afet riski altındaki şehirlerde UDSEP’te ifade edilen tehlike ve riskleri esas alan planlar geliştirilip çevre ile uyumu sağlanmadığı gibi, ilin afet tehlike ve risklerinin mekânsal planlamaya aktarılması temel prensibine aykırı olarak İstanbul’da “Kanal İstanbul”Projesi hayata geçirilmek istenmektedir. Kanalın kendi yapısı ve Kanal İstanbul kapsamındaki, karayolu, demiryolu geçiş köprüleri, demiryolu, metro, altyapı tünelleri gibi geçiş tünelleri, altyapı geçiş yapıları (atıksu, içmesuyu, enerji nakil hatları, doğalgaz, telekomünikasyon hatları, kıyı-deniz yapıları) gibi mühendislik yapılarının deprem riskleri açısından konu ele alındığında, deprem riski çok yüksek olan bu kentin Avrupa yakasını ikiye bölmenin yaratacağı açmazlar karar vericiler tarafından fark edilemediği gibi uzmanların söylemlerine de kulak tıkamaya devam edildiği görülmektedir. Mevcut durumda bile deprem toplanma alanları, ulaşım güzergâhları yok edilen bir kentin afet müdahale olanakları adeta engellenirken, bölünmüş bir kentin deprem sonrasında nasıl tepki vereceği de bilinememektedir.
“Yapı stokumuzun durumu kaderine terk edilmiştir Ülkemizin yapı stokunun durumu belirsizliğini korumaktadır. UDSEP’e göre 2017 yılında tamamlanması öngörülen bina envanteri çalışması tamamlanamamış, dahası resmi kurumlar hariç başlanamamıştır. Bunun sonucu olarak mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi de mümkün olmamaktadır. Bu binaların tespiti ne yazık ki deprem tarafından son derece ağır bedeller karşılığı yapılmaktadır. Kamu binaları hakkında bilinmezlik devam etmektedir. Okulların, yurtların, kreşlerin, hastanelerin sayısı, ne kadarının tarandığı, ne kadarı hakkında yıkım, güçlendirme veya kullanım kararı verildiği, ne kadarının yıkıldığı veya güçlendirilecekse projelerinin yapıldığı ve ayrıca ne kadarının güçlendirildiği konusu kamuoyunun bilgisi dahilinde değildir.
“Yapı Denetim Yasasında Köklü, Kalıcı, Önleyici Değişikliklere İhtiyaç Var” Yapı denetimi konusunda AFAD Eylem Planı gerekçesinde “Yapı Denetim Yasasının bir bileşeni ve içerisinde müteahhitlik sektörü ile ilgili düzenlemelerin olacağı Yapı Yasası’nın çıkarılması depremle mücadelede önemli bir aşamadır. Böylelikle Kentsel Dönüşüm Yasası’nın deprem odaklı olarak düzenlenmesi de sağlanabilecektir. Yapı Denetim sisteminin etkin bir şekilde uygulanması sağlanacaktır” denilmektedir. Bu iyi niyetli beyanların yapı mevzuatı ile nasıl gerçekleştirileceği bilinmemekle birlikte, çıkarılan 6306 sayılı “Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasası”nın ifade edilen Deprem Odaklı dönüşümün tersine sonuçlar verdiği görülmüştür. Eylem Planının gerekçesinde yapı mevzuatı ile Yapı Denetiminin etkin bir şekilde kullanılması ifade edilmektedir. Ancak vatandaşların Anayasal hakkı olan can ve mal güvenliği etik kurallardan yoksun olan serbest piyasa koşullarına bırakılmamalıdır. Kamu hizmeti veren/vermesi gereken kuruluşlar birbirleriyle rekabet eder durumda olmamalıdır.
Ülkemizdeki denetimsizliğin temel nedeni rant ilişkilerinin, tekniğin, fen ve sanat kurallarının önüne geçmiş olmasıdır. Yapı Denetim sisteminin sağlıklı çalışması için gereken yasal düzenlemeler yapılmalı, her şantiyede bir şantiye şefi bulunması zorunluluğu getirilmelidir. Asli görevi sağlıklı, güvenli ve yaşanabilir kentler kurmak ve yaşanabilir bir çevre oluşturmak olan devlet eliyle, mühendislik, mimarlık ve şehir planlama disiplinlerinin teknik, bilimsel ve yasal gereklilikleri ile teknik ilkelerini görmezden gelerek, ormanları, kıyıları, doğal kaynakları hiçe sayan, kentlerin tarihini, kültürünü yok eden, toplumu ve kentleri kimliksizleştiren rant projeleri “Kentsel Dönüşüm” adı altında hayata geçirilmektedir. Kentsel yenileme ve kentsel dönüşüm konusu bugüne kadar daha çok gayrimenkul piyasasının talepleri doğrultusunda gündeme getirilmiştir. Bugün kentlerimizde bulunan yapı stokunun önemli bir kısmının yenilenmesinin zorunlu olduğu bir gerçektir. Bu kapsamda kentsel yenileme ve kentsel dönüşüm konusu, çağdaş ve demokrasisi güçlü olan ülkelerde sadece mekân düzeyinde ele alınmaz; sosyal, ekonomik ve mekânsal gelişmenin bir bütünü olarak ele alınır. Ancak bizdeki uygulama ise; yeni bir rant düzeni oluşturulması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Açıkçası kişi ve grup çıkarını dikkate alan rant eksenli bir düzen, kentsel dönüşüm kavramı ile ne yazık ki eşdeğer bir hale gelmektedir.
“İmar Affı Başlı Başına Cinayettir” Halihazırda yapı stokumuzla ilgili belirsizlikler ve tehlikelerin üzerine siyasal iktidarlarca çıkarılan imar afları can ve mal kayıpları tehdidini büyütmektedir. İmar afları kaçak yapılaşmanın en önemli teşvik unsurlarından birisi olmuştur. İmar affı toplumun sağlıklı ve güvenli konutlarda yaşamasını belirsizliğe sokmaktadır. Mühendislik hizmeti almadığını varsaydığımız yapıların yasallaştırılmasıyla, bu yapıların doğa olayları karşısında hasara uğramaları halinde sorumluluk, bu kararı alan devletin, siyasi iktidarın üzerindedir. Bir binaya iskan ruhsatı verilmesi, devletin vatandaşa ‘Bu binada oturabilirsin’ demesi anlamına gelir.
“Her Şantiyeye Bir Şantiye Şefi Zorunlu Olmalıdır” Ülkemizin yakın tarihinde yaşanan depremlerin ardından ortaya çıkan tablolar bize göstermektedir ki, büyük oranda inşa sürecinde yaşanan olumsuzluklar ve hatalardan kaynaklı yapılar hasar görmektedir. Buna rağmen, yapı üretim sürecinde kilit rol oynayan şantiye şefliği en çok ihmal edilen, önemsizleştirilen ve yalnızca bir imzaya indirgenen görevlerin başında gelmektedir. Karar vericiler tarafından mühendis-mimarların maalesef ara eleman statüsüne getirilmeye çalışılmasının somut ifadesi şantiye şefliği gibi önemli bir görevin konumlandırıldığı seviyede kendini göstermektedir.
“Mühendislik, Mimarlık, Şehir Planlama Eğitiminde Acilen Düzenleme Yapılmalıdır” Mühendislik, mimarlık ve şehir planlama; insan yaşamının her anına, her mekanına dokunan meslek gruplarıdır. Bu yüzden insanların can ve mal güvenliği için en önemli konu, mühendislik, mimarlık ve şehir planlama eğitiminin niteliğidir. Eylem Planında konuya ilişkin olarak “Üniversitelerde daha nitelikli, verimli ve uygulamaya yönelik mühendislik ve mimarlık eğitiminin verilmesi sağlanacaktır” denilmektedir. 11 yıllık hedef programın 9 yılı geride kalırken bugün mühendislik, mimarlık, şehir planlama eğitimi, açılan kontenjanlarla tarihsel rekorlar kırmaktadır. Bugün mühendislik fakültelerinin birçoğu öğretim üyesi, laboratuvar, fiziksel mekan, bilgisayar, yazılım gibi konularda yeterli imkanlara sahip değildir. Bununla birlikte Şehir Planlama Bölümlerinin bazılarında ise yeterli akademik kadro bulunmamakta, şehir plancısı istihdamı olmayan üniversite bölümleri yer almaktadır. Bu tabloya eğitim kalitesinin düşüklüğü de eklendiğinde sınırsız yetkilerle donatılmış genç mühendis, mimar ve şehir plancılarını mezun etmenin yaratacağı sorunlar daha da çoğalacaktır.
“Deprem Konusunda Denetleyici ve Uygulayıcı Rol Üstlenen Kamu Kesiminde Çalışan Mimar, Mühendis ve Şehir Plancısı Sayısı Artırılmalıdır” Deprem diğer afetlerde de geçerli olduğu üzere mühendislik, mimarlık ve şehir planlama meslek disiplinlerinin birlikteliğini içeren ve en nihayetinde bir süreç yönetimini zorunlu kılan bir konudur. Bu anlamda depremlerle ilgili olarak özellikle denetleyici ve kimi zaman uygulayıcı rolü olan kamunun, teknik olarak güçlü kılınması bir zorunluluktur. Ancak günümüzde kamu kesiminde çalışan mimar-mühendis ve şehir plancısı sayısı yetersizdir. Bu nedenle merkezi ve yerel yönetimlerin hepsinde çalışan teknik personel sayısının ivedilikle artırılması gerekmektedir. Sorunların çözümü için kamusal mesleki denetim, yeterlilik, eğitim ve belgelendirmeye dayalı yeni bir yapı üretim ve denetimi modeli benimsenmelidir. Halkın güvenli yaşam hakkının korunması için işlerin Odaları tarafından eğitilen ve belgelendirilen Yetkili Mühendis/Mimar/Şehir Plancıları eliyle yapılması sağlanmalıdır. Odaların en önemli görevlerinden bir tanesi işlerin ehil (bilen, yetkili..) insanlar eliyle yapılması, bunun gereklerinin yerine getirilmesi ve üyelerinin sicilinin tutulmasıdır. Bunun sağlanabilmesi de ancak işlerin Odaları tarafından eğitilen, belgelendirilen Yetkili Mühendis/Mimar/Şehir Plancıları tarafından yapılmasının sağlanmasıyla mümkündür.
Sonuç olarak:
Sadece deprem konusunda değil orman yangınları, heyelan, sel, tsunami, küresel iklim değişikliğinin yarattığı etkiler gibi tehlike unsurlarına karşı yerel düzeydeki sınırlı ve çoğunlukla afet sonrası çabaların dışında, ülke genelinde, sistematik bir “risk yönetim sistemi” inşa edilmemiş, ülkemizin “afet gerçekliği” imar, tarım, madencilik, enerji, sanayi gibi ana sektörlerde karar süreçlerinde göz ardı edilmiş/edilmeye devam etmektedir.
Depremlere karşı bütünlüklü, sağlıklı, insanca bir yaşam ve çevre için, ülkemizin yeni büyük sosyal afetler, sosyal yıkımlar yaşamaması için gereken önlemlerin ivedilikle alınması, yapı denetimi uygulamasını yönlendiren kararlar ve ilgili tüm mevzuatın, TMMOB ve bağlı Odalar, üniversiteler ve ilgili kesimlerin katılımıyla düzenlenmesi gerektiğinin altını çiziyoruz. Mevzuatta yapılan kabul edilemez değişiklilerle, TMMOB Yasası’nda tanımlanmasına karşın, TMMOB ve bağlı Odalarının, kamu/özel sektör projelerini planlama, tasarım, üretim ve denetleme süreçlerinden dışlanmasını, Odaların üyelerini denetlemesi, sicillerini tutması, mesleki faaliyetlerinin kayıt altına alması, “imzacılıkla” ve sahte mühendis ve mimarlarla mücadelesi gibi mesleki ve kamusal görevlerinin engellenmesini, Meslek Odaları üzerinde mali ve idari denetim kurarak vesayet ilişkisinin hayata geçirilmek istenmesini tümüyle reddediyoruz.
Depremlere karşı kalıcı önlemler kapsamında yapılması gerekenler özetle şunlardır: İmar afları cinayete davetiye çıkarmaktadır. İmar affından yararlanan tüm yapılar mühendislik hizmeti almamış varsayılmalı ve denetime tabi tutulmalıdır. İstisnai durumlar dışında, her şantiye şefi sadece bir şantiyede tam zamanlı olarak görevlendirilmeli, bu görevi yerine getirecek kişilerin ilgili meslek odalarınca verilen eğitimlere katılıp belgelendirilmeleri zorunlu tutulmalıdır. Şantiye şefleri TMMOB tarafından belirlenen mühendislik asgari ücretinin altında çalıştırılmamalı, hak ve ücretleri yasal güvenceye alınmalıdır. Kentsel yenileme ve kentsel dönüşüm konusu, mekân düzeyinde değil sosyal, ekonomik ve mekânsal gelişmenin bir bütünü olarak ele alınmalıdır. Başta İmar Kanunu, Yapı Denetim Kanunu, Kentsel Dönüşüm Kanunu ve ilgili tüm Kanunlar ve bağlı yönetmelikleri, kamu yararı ilkesi gözetilerek ve bütüncül bir anlayışla yeniden düzenlenmelidir. Yapı denetimi sistemi TMMOB ve bağlı Odalar, üniversiteler ve ilgili kesimlerin katılımıyla kamusal bir anlayışla yeniden düzenlenmelidir. Ülke genelindeki yapılar incelenerek riskli yapılar tespit edilip güvenli hale getirilmelidir. Tüm yaşam alanlarımız bilimin ve teknolojinin rehberliğinde, insanların ihtiyaçları doğrultusunda ve doğayla barışık biçimde yapılandırılmalıdır. Kanal İstanbul bir ulaşım ve kentleşme projesi değildir. Kanal İstanbul’un ülke ekonomisine hiçbir katkısı olmayacağı gibi çok büyük yükler getireceği açıktır. Kamu kaynakları afet hasarlarını önleyecek tedbirleri almak için seferber edileceğine her yönüyle rasyonaliteden uzak çılgın projelere harcanmamalıdır. Mühendislik Mimarlık fakültelerinde verilen eğitimde yaşanan sorunların çözümü olarak; kontenjan azaltma çalışmalarına ilk olarak ikinci öğretimlerin kapatılması ile başlanmalı, altyapı imkanları yetersiz olan bazı üniversitelerdeki bölümlerin kapatılması ile tamamlanmalıdır. Ara eleman yetiştirmek amacıyla Teknoloji Fakülteleri yeniden yapılandırılmalıdır.
Halkın güvenli yaşam hakkının korunması için işlerin Odaları tarafından eğitilen ve belgelendirilen Yetkili Mühendis/Mimar/Şehir Plancıları eliyle yapılması sağlanmalıdır.
Deprem konusunda denetleyici ve uygulayıcı rolü olan kamunun teknik anlamda güçlü kılınması için, kamuda yetersiz olan mimar, mühendis ve şehir plancısı sayısının artırılması gerekmektedir.
Bülent Pala, Elektrik Mühendisleri Odası-EMO Yönetim Kurulu Başkanı
Taner Yüzgeç, İnşaat Mühendisleri Odası-İMO Yönetim Kurulu Başkanı
Yunus Yener, Makina Mühendisleri Odası-MMO Yönetim Kurulu Başkanı
Deniz İncedayı, Mimarlar Odası-MO Yönetim Kurulu Başkanı
Gencay Serter, Şehir Plancıları Odası-ŞPO Yönetim Kurulu Başkanı
TMMOB İnşaat Mühendisleri İstanbul Şubesi’nden
Ulusal Yıkıma Yol Açacağı Açık Olan
Beklenen Marmara Depremi için Seferberlik Çağrısı
1999 depreminin yıldönümünde bir kez daha hatırlatmayı görev biliyoruz: İstanbul da, Türkiye de yaklaşan Marmara depremine yeterince hazır değildir. Beklenen deprem İstanbul ve Marmara bölgesi için her açıdan tam bir yıkım olacaktır. 2004 yılındaki Deprem Şurası’nda bir konuşma yapan dönemin Başbakanı Erdoğan, “acılardan ders alacağız” demişti. 2020 İzmir depreminden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan yine “acılardan ders alacağız” dedi.
Ne acılardan ders alındı, ne de binalarımız, kentlerimiz depreme hazır hale getirildi. Hamasi yaklaşımlarla gerçekçi ve kalıcı çözümler üretilemediği, 1999 depreminden sonra yaşanan Afyon, Bingöl, Van, Elazığ, İzmir depremlerinde açıkça görüldü. 2020 yılında ölümlü deprem yaşanan ülkeler arasında Türkiye ilk sırada yer alıyor. Türkiye dünya ölçeğinde afete karşı kırılgan ülkeler sıralamasında ilk dörtte bulunuyor. İstanbul’un yapı stoku eskidir; binalarımızın kayda değer kısmı 40 yaş ve üzerindedir. Bunun anlamı açıktır: Yüz binlerce İstanbullunun hayatı her an tehlikededir.
En iyimser deprem senaryolarında bile on binlerce kayıp yaşanacağı öngörülmektedir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul’da 300 bin konutun acilen yenilenmesi gerektiğini ifade ettiğine ve bu doğrultuda somut bir çalışma olmadığına göre olası bir deprem konusunda İstanbullular ve İstanbul’da yakınları bulunan halkımız kaygılıdır. İstanbul’un depreme hazır hale getirilmesi, İstanbulluların can ve mâl güvenliğinin sağlanması temel, vazgeçilmez, ertelenemez, ötelenemez bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyorken iktidar servet sahiplerine yönelik bir rant projesi olan Kanal İstanbul’a öncelik vermektedir.
Kanal İstanbul projesine aktarılacak kaynakların çok daha azıyla, İstanbul büyük ölçüde depreme hazır hale getirilebilir. Yalnızca bu nedenle dahi Kanal İstanbul bir ihanet projesidir. Türkiye’de afet ve acil durum yönetimi ya yoktur ya da çok yetersizdir. Hâlâ sürmekte olan salgın, son zamanlarda yaşadığımız orman yangınları ve seller bu gerçeği bir kez daha önümüze koymuştur.
Deprem için ulusal seferberlik şarttır. Bu seferberlik için bir an evvel harekete geçmeyenler ülkemizi ve milletimizi topyekûn etkileyecek bir yıkımın sorumluları olacaklardır. 17 Ağustos 1999 depreminin yıldönümünde düzenlediğimiz basın toplantısına hoş geldiniz. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi olarak görüşlerimizi paylaşmaya geçmeden önce vurgulamak gerekiyor ki, Marmara depreminin her yıldönümünde benzer sorunları dile getirmek, üstelik de bu günlerde ülkemizin dört bir köşesi yangınlar ve seller nedeniyle afet bölgesi haline gelmişken aynı çözüm önerileriyle kamuoyunun karşısına çıkmak durumunda kalmaktan hiç mutlu değiliz. Son günlerde hepimizi derinden etkileyen yangın ve sel afetlerinin gerçekleştiği bölgelerde yaşayan vatandaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor, hayatını kaybeden vatandaşlarımızın ailelerine ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Acılarını yürekten paylaşıyoruz… Açıkçası bu kısır döngünün sorumlusu elbette biz değiliz. En sonda söyleyeceğimiz sözü açıklamamıza başlarken de vurgulamakta yarar görüyoruz. Milat olarak kabul edilen Marmara depreminin üzerinden geçen 22 yıl boyunca ne merkezi yönetim ne de yerel yönetimler sorumluluğunu yerine getirmiştir. Ne yapılarımızın ne de kentlerimizin deprem güvenliği sağlanmıştır.
“Açıkça İfade Etmek Gerekirse: Ne İstanbul Ne De Türkiye Depreme Hazırdır” Öncesinde pek çok deprem yaşanmasına rağmen 1999 depremi milat olarak kabul edildi. Çünkü ‘99 depremi bilindiği halde görmezden gelinen pek çok sorunu gün yüzüne çıkardı. Yıkım büyüktü. Binlerce vatandaşımız hayatını kaybetti ve yaralandı. Ekonomideki kayıplar telafi edilemez düzeydeydi. Yapılarımızın, kentlerimizin, ulaşım ve iletişim altyapımızın depreme hazır olmadığı açığa çıktı. Deprem sırasında ve sonrasında yapılması gerekenler bilinmiyordu. Daha da kötüsü, merkezi ve yerel düzeyde kamu yönetiminin afete ve sonrasına ilişkin ciddi bir planı bulunmuyordu.
Oysa Anadolu, Erzincan’dan Lice’ye, Dinar’dan Ceyhan’a, Bingöl’den Elazığ’a kadar büyük depremlere tanık olmuş bir coğrafyaydı. Yine de 1999 depreminin milat kabul edilebileceği değerlendirildi ve ülke olarak Kuzey Anadolu Fayı’nın batı ucunda, Marmara Denizi içinde kalan kısmında gerçekleşmesi beklenen bir sonraki büyük depreme hazırlanma süreci başladı. Zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 2004 yılında toplanan Deprem Şurası’nda yaptığı konuşmada “21. Yüzyıl Cumhuriyet Türkiye’sinin artık deprem manzarası yaşamaması” gerektiğini belirterek, hükümetin elinden geleni yapacağını, acılardan ders alınacağını ifade etti. Deprem Şurası hükümet adına katılan siyasilerin “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” vaadiyle sona ermişti. İzmir’de 115 vatandaşımızın hayatını kaybettiği 2020 Ege Denizi depreminden sonra partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında bir konuşma yapan AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yine benzer ifadeler kullanarak, yaşanan her felaketin bir ders olduğunu söyledi. Acılardan ders alındı mı? Ne yazık ki bu soruya “evet” demek mümkün değildir. Ders alınmaması, milletimizi o tarihten sonra yaşanan Van, Elazığ, İzmir depremlerindeki acı sonuçlarla karşı karşıya bıraktı. Türkiye’nin ihtiyacı hamaset değil, sorunların açıkça ortaya konması ve gerçekçi, uygulanabilir çözümler üretilmesidir.
“Teşhis Doğru, ya Tedavi?” Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu şüpheye yer bırakmayacak biçimde anlaşılmıştır. Tecrübelerimizden başka kanıta ihtiyacımız yoktur. Birer doğa olayı olan depremler güvenli yapılar üretilemediği, planlı kentleşme sağlanamadığı için afete dönüşmektedir. 1999 depreminden 2020 depremine kadar ortaya çıkan karanlık tablo, olanca ağırlığı ile karşımızda durmaktadır. Türkiye’nin felaketlere açık yapısı uluslararası kurumların da değerlendirmelerinde yer almaktadır. Örneğin OECD tarafından her yıl hazırlanan “Hükümetlere Bakış” başlıklı raporda doğal ve doğal olmayan felaket yaşayan ülkeler sıralamasında Türkiye ilk dörtte yer alıyor. Raporda bir olayın felaket sayılabilmesi için 10 ya da daha fazla insanın hayatını kaybetmesi, 100 ya da daha fazla insanın olaydan etkilenmesi, olayın olağanüstü hâl ilan edilmesini gerektirecek ağırlıkta olması şartı aranıyor. İlk dört içerisinde yer alan ülkeler şöyle sıralanıyor: ABD, Meksika, Japonya ve Türkiye. ABD merkezli deprem araştırma kurumunun (USGS) 2020 verilerine göre ise 2020 yılı içerisinde meydana gelen depremlerde en fazla can kaybının Türkiye’de yaşandığı belirtiliyor. Kurum verilerinde 2020 yılında 6,5 üzerinde 27 deprem meydana geldiği bilgisi yer alıyor. Örneğin 23 Haziran 2020’de Meksika’da 7,4 büyüklüğünde depremde 10 kişi hayatını kaybediyor. 17 Temmuz 2020’de Papua Yeni Gine’de 7 büyüklüğünde depremdeki bir can kaybı olmuş. Japonya, Şili, Endonezya, Yunanistan, Solomon Adaları ve Amerika’da 6,5 ve 6,9 büyüklüğündeki depremlerde can kaybı görülmemiş. Türkiye’de ise başka bir tablo çıkıyor karşımıza. 24 Ocak 2020 Elazığ depreminde 41, 30 Ekim 2020 İzmir depreminde 117 kişi hayatını kaybetmiş. Bu veriler yapılara, yapı üretim sürecine dikkat kesilmeyi getirmektedir. Asıl tartışılması gereken nokta burasıdır: Türkiye afetlere açık bir ülkedir ve yapılarımızın deprem güvenliği yoktur.
Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu tespiti başka tespitleri gündeme getirmektedir: “Hastalık” bilinmekte, ancak tedavi konusunda adım atılamamaktadır. Ya da tedavi olarak başlatılan girişimlerden sonuç alınamamaktadır. Yapılarımız, kentlerimiz depreme hazır hale getirilememektedir. Vatandaşlarımızın can ve mâl güvenliği sağlanamamaktadır. Peki neden? Bu soru 1999 depremlerinden bu yana sorulmuş, ancak ne ikna edici bir yanıt alınmış ne de sorunlar çözülmüştür.
“Mevcut Yapı Stoku Tehlikeye Davetiyedir” Ülke genelinde yaklaşık 20 milyon yapı bulunmaktadır. İstanbul’da ise 1 milyon 100 bin civarındadır. Hem ülke genelindeki hem de İstanbul özelinde yapı stokunun en az yarısının mühendislik hizmeti almadan üretildiği, ya yapı denetime hiç tabi olmadığı ya da sağlıksız ve işlevsiz denetim gördüğü, kaçak ve ruhsatsız olduğu bilinmektedir. Mevcut yapılarda kolon kesme, kat ilavesi gibi ruhsat dışı tadilatlar sıradanlaşmıştır. Son “imar barışı” uygulamasına başvuru sayıları ve konuları bu açıdan da ayrıca değerlendirilmelidir. 1999 depreminde merkez üssünden 100 kilometre uzaklığına rağmen İstanbul-Avcılar’da 50 binanın tamamen yıkılmış, 30 binanın orta ve az hasar almış ve bine yakın yurttaşımızın hayatını kaybetmiş olması bu durumun somut bir örneğidir. Son yıllarda deprem görmediği halde göçen binalar, yıkılan istinat duvarları İstanbul’un yapı stoku hakkında fikir vermektedir. Elbette bütün bunlar merkezi ve yerel yönetimler tarafından bilinmektedir. Örneğin, TBMM bünyesinde kurulan Deprem Komisyonu raporunda İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin depremselliği ve yapı stoku üzerine ayrıntıları ile durulmuştur. İstanbul’un hızlı kentleşme ve denetimsiz yapılaşma neticesinde riskli yapı gerçeğiyle karşı karşıya olduğu, ruhsatsız ve kaçak yapıların deprem güvenliğinin sorgulanması gerektiği belirtilerek İstanbul’daki binaların % 15’inin risk altında olduğu tespit edilmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, 2019 yılında Belediye Meclis toplantısında yaptığı sunumda İBB Deprem ve Zemin İnceleme Müdürlüğü ile Boğaziçi Üniversitesi tarafından hazırlanan bir başka deprem senaryosunu paylaşmıştır. İmamoğlu, İstanbul’da ağır hasarlı bina sayısının 48 bin, orta ve daha üstü hasarlı bina sayısının 194 bin olacağını ifade etmiştir. Bu senaryoya göre her yüz binadan 23’ünde hasar beklendiğini, 25 milyon ton enkaz oluşacağını, yolların üçte birinin kapanacağını, 463 içme suyu noktasının, bin 45 atık su noktasının ve 355 doğal gaz noktasının hasar göreceğini, toplamda 120 milyar TL yapısal ve yapısal olmayan ekonomik kayıp yaşanacağını’ kaydetmiştir.
“Kadim Kent mi, Eski Kent mi?” İstanbul dünyanın kadim kentlerinden biridir. Nice uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Bu uygarlıkların kültürel mirasının izlerini İstanbul’da bulmak mümkündür. Kadim sözcüğü eskiliği değil öncesizliği ifade etmektedir. İstanbul kadim kenttir ancak aynı zamanda eski ve hatta köhne bir kenttir. “Eskiliğin” önemli kriterlerinden biri de binaların eski olmasıdır. Binaların deprem güvenliği bağlamında konuya yaklaşıldığında “eskilik” can güvenliğini tehdit eden bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. En iyimser deprem senaryolarında on binlerce binanın değişik düzeylerde hasar göreceği, yüz binlerce vatandaşın etkileneceği belirtilmektedir. İyimser senaryo şöyle formüle edilmektedir: İstanbul’da bulunan yaklaşık 1 milyon 200 bin binanın yüzde birinin ağır ve çok ağır hasara uğrayacağı, yüzde 1’e karşılık gelen 12 bin binada yaklaşık 500 bin kişinin yaşadığı varsayılmaktadır. Kaldı ki İstanbul’un mevcut yapı stokunun durumu ortadadır ve binaların depreme vereceği olumsuz tepki, iyimser tahminlerdeki oranla karşılaştırılamayacak derecede olacaktır. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ise 11 Temmuz 2020’de yaptığı açıklamada İstanbul’da 300 bin konutun acilen yenilenmesi gerektiğini kaydetmiştir. Yani bir başka ifade ile Sayın Bakanın elindeki bilgilere göre üretilecek deprem senaryosu daha vahim sonuçlarla karşı karşıya kalınacağına işaret etmektedir.
“İstanbul Alarm Veriyor” Aynı açıklamada Sayın Bakan 300 bin konutun yenileme, güçlendirme çalışmalarının 2023 yılına kadar tamamlanacağından söz etmişti. Bu vaadin gerçekçi olup olmadığını kamuoyunun takdirine bırakıyoruz. Çünkü böyle bir çalışmanın İstanbul’u büyük bir şantiyeye çevireceği açıktır. Açıkçası hamaset ve boş vaatler devam etmekte, İstanbullular kaderine razı şekilde depremi beklemektedir. Olası bir depremde karşı karşıya kalınacak tek sorun çöken binalar ve can pazarı olmayacaktır. Binalardan deprem toplanma alanlarına, ulaşımdan iletişime, barınma sorunundan sağlık hizmetlerine, beslenmeden nüfusun güvenli alanlara tahliyesine kadar İstanbul içinden çıkılması güç sorunlarla yüz yüzedir.
Bu bağlamda, Eylül 2019’da meydana gelen İstanbul depremi erken uyarı olarak kabul edilmelidir. Büyüklüğü ve şiddeti 1999 depremiyle karşılaştırılmayacak düzeyde düşük olan 2019 depreminde iletişim altyapısı çökmüş, ulaşım yollarının yeterli olmadığı anlaşılmış, trafik kilitlenmiş, deprem toplanma alanlarının yetersizliği ortaya çıkmış, toplumdaki panik hali belirleyici olmuş, milyonlarca İstanbullu ne yapacağını bilemez halde kalmıştır.
Elbette bu tabloda, 1999 depremlerinden sonra belirlenen deprem toplanma alanlarını ve ulaşım güzergâhlarını yapılaşmaya açan, AVM ve otoparka çeviren, kentsel dönüşüm projeleri için rant değeri yüksek bölgeleri seçen, altyapı yatırımlarını ihmal eden, depremle yaşama kültürünü oluşturamayan merkezi yönetimin ve yerel yöneticilerin sorumluluğu bulunmaktadır ancak sorumluların bilinmesi İstanbulluların karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi ortadan kaldırmamaktadır.
“Özetle, İstanbul Tehlike Altındadır” “Bir İhanet ve Yıkım Projesi: Kanal İstanbul” Kamu yönetimini harekete geçiren; karar, tasarruf ve projelerine yön veren tılsımlı sözcük “İhtiyaç”tır. “İstanbul’un ihtiyacı nedir?” sorusu, atacağımız her adımda aklımızda olması gereken bir sorudur. İstanbul’un depreme hazır hale getirilmesi, İstanbulluların can ve mâl güvenliğinin sağlanması temel, vazgeçilemez ve ertelenemez bir ihtiyaçtır. Kanal İstanbul ise bırakalım ihtiyaç olup olmadığını, kentin yükünü ve haliyle sorunlarını kat ve kat artıracak bir projedir. Mevcut yapısal sorunlarla baş etmeye çalışan İstanbul’un bu ilave yükü kaldırması mümkün değildir. Kamuoyuyla defalarca paylaşıldığı için Kanal İstanbul projesinin yol açacağı olumsuzlukların ayrıntılarına girmek gerekmeyebilir ancak şunu söylemeden de geçmek istemiyoruz: Deprem tehlikesi altında bulunan İstanbul için bu proje ihanettir, yıkımdır. İhanettir çünkü kentin ve yapıların depreme hazırlanması için kullanılabilecek kaynaklar projeye aktarılacaktır. Proje güzergâhında bulunan arazilerin rantı dışında tek bir maddi getiri bulunmamaktadır. Arazilerin yıllar önce nasıl el değiştirdiği, deyim yerindeyse kimler tarafından “kapatıldığı” kamuoyuna yansımıştır. Açıkçası can derdi gibi yakıcı bir sorunla başa çıkmaya çalışan İstanbulluların kaygıları hiçe sayılmaktadır. Rant hırsı iktidarı kör etmiştir. Yerli ve yabancı sermaye gruplarına, daha çok da kendi dar çevrelerine menfaat sağlamak insanlarımızın hayatını korumaya üstün gelmiştir. Yıkımdır çünkü İstanbul’un nüfus ve yapılaşma yoğunluğunu artıracak, tarım arazilerinden su havzalarına, yeşil alanlarından kıyı yaşamına, ulaşımdan altyapıya, barajlardan sosyal dokuya kadar telafi edilemez zararlar verecektir. TBMM Deprem Komisyonu raporunda belirtildiği gibi büyükşehirlerdeki konut ve nüfus baskısını azaltmak, bunun için kırsal alanların cazibesini artırmak yönünde tedbirler alınması gerekirken, hem yapılaşmayı hem de nüfusu artıracak bir proje konusunda ısrar etmek nasıl bir yıkım ve ihanetle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. 1999 depreminin yıldönümünde bir kez daha iktidara seslenmek istiyoruz. Kanal İstanbul projesinden vazgeçin. Bütçe olanaklarını ve harekete geçirilmesi olası mali kaynakları İstanbul’un depreme hazırlanması için değerlendirin. Eğer bunu yapmazsanız yaşanacak acıların yükü sizin omuzlarınızda olacaktır.
“Türkiye Afet Yönetiminde Sınıfta Kaldı” Türkiye’de afet yönetimi ya yoktur ya da oldukça yetersizdir. Ne yazık ki konu üzerinde durulmamakta, bilimsel esaslar çerçevesinde çalışma yürütülmemekte, planlama yapılmamaktadır. Deprem gibi seller ve yangınlar da doğal afet olarak değerlendirilmektedir. Son birkaç ay içerisinde Karadeniz bölgesini su taşkınları vurmuş, pek çok yerleşim birimi selden etkilenmiş, tarım arazileri zarar görmüş, can kayıpları olmuştur. Ege ve Akdeniz’deki yangın ise ormanları ve bitki örtüsünü barındırdığı tüm canlı varlığıyla birlikte yok etmiştir. Bunun ne anlama geldiği açıktır. Yitip giden canlarımızın yanında uzun yıllar telafi edilemeyecek olumsuz bir tablo oluşmuştur. Binlerce dekarlık tarım arazisi yok olmuş, onbinlerce hektar ormanlık alan yanmış, hayvancılık bitme noktasına gelmiş, insanlar evsiz kalmıştır. Afetler doğaldır ancak doğal olmayan afet sonrası karşı karşıya kalınan çaresizliktir. Çaresizliğin nedeni ise tartışmaya gerek bırakmayacak derecede açık ve nettir: İktidarın afetle mücadele planı yoktur. Araç-gereç yoktur ya da yetersizdir. Yangın söndürme uçağı bile olmayan ya da birkaç tane uçağa sahip bir ülkenin afeti ciddiye aldığını ve afetle mücadele edeceğini iddia etmek mümkün değildir. Buradaki kritik nokta, defalarca vurguladığımız üzere insan hayatına verilen değerle ilgilidir. İnsan hayatının niteliğini yükseltme, bunun için kaynak aktarma konusunda mevcut iktidarın sicili hayli bozuktur.
Son birkaç onyılda meydana gelen depremlerde ve sel, yangın gibi diğer afetlerde görüldüğü üzere “afet yönetimi” topluma güven vermekten uzaktır. Afete hazırlıktaki, afet sonrası planlamadaki zafiyetin en az afetin kendisi kadar zarar vereceği açıktır. Ne yazık ki iktidar şimdiye kadar “yaraları sarma” söylemi dışında kaygıları giderecek çalışmalar gerçekleştirmemiş, gerekli donanımı sağlamamıştır. Yangında ve selde afet yönetiminde sınıfta kalan iktidar on binlerce binanın ağır hasar göreceği, yüz binlerce kişinin doğrudan etkileneceği, milyonlarca İstanbullunun tahliye edilmesinin zorunlu olduğu ve barınma sorunun baş göstereceği olası İstanbul depreminde ne yapacaktır?
“Ulusun Yıkımına Sebep Olmayın”
Sorunlar bellidir; kentlerimizin ve yapılarımızın neden bu halde olduğu sır değildir. Çözüm mümkündür ancak kamu yönetiminin akılcı, bilimsel karar ve tasarruflarını gerektirmektedir. İfade etmeliyiz ki, inşaat mühendisliği her zeminde güvenli ve sağlıklı yapı üretiminin gerçekleştirilebileceğini kanıtlamış bir bilim dalıdır. Yeter ki bilimsel esaslarda zemin etüdü yapılsın, zemine uygun tasarım gerçekleştirilsin, nitelikli malzeme kullanılsın ve eksiksiz yapı denetimi uygulansın. Bu başarıldığı takdirde doğa olayı olan depremin afete dönüşmesi söz konusu olamaz. Bir başka ifade ile inşaat mühendisliği insan hayatını kolaylaştıracak, niteliğini yükseltecek, güvenliğini sağlayacak, toplumun yeni ihtiyaçlarını karşılayacak donanımdadır. Burada kamu yönetimine düşen sorumluluk güvenli yapı üretimini sağlayacak, kentleri ve yapıları depreme hazırlayacak, merkezi yönetim, yerel yönetim ve vatandaş işbirliğini tesis edecek, meslek disiplinlerini ortak bir zeminde buluşturacak, üniversiteleri ve konunun uzmanlarını sürece dahil edecek, yenileme ve güçlendirme çalışmaları için gerekli mali kaynağı yaratacak, katılımcılığı ve şeffaflığı sürecin belirleyicisi kılacak koşulları oluşturmak, bunun için gerekli yasal düzenlemeleri yapmaktır. Kamu yönetiminin sorumluluğu sadece güvenli yapı üretimini sağlamakla sınırlı değildir. Kamu yönetimi aynı zamanda nüfus ve yapılaşma yoğunluğunu deprem tehlikesi ve kentin ihtiyaçlarını gözeten bir noktadan planlamakla mükelleftir. Yapı güvenliği sağlanmış, yaşanabilir kentler yaratmak mümkündür. Meslek örgütümüz kurulduğu 1954 yılından bu yana, 1999 depreminden sonra artan bir ivmeyle mevcut durumun fotoğrafını çekmiş, neler yapılması gerektiği üzerine önemli çalışmalar gerçekleştirmiş, uluslararası ölçekte pek çok bilimsel-teknik toplantı yapmıştır. Birkaç ay önce yapılan ve oldukça önemli tartışmaların yaşandığı 9. Deprem Mühendisliği Konferansı bunlardan sadece biridir. Bu toplantılarda üretilen fikirler, önerilen çözümler, merkezi ve yerel yönetimler için büyük fırsat ve olanaklar sağlamaktadır. Ancak ne yazık ki kamu yönetiminin bu tür toplantılara ilgisizliği dikkat çekmektedir. Şu noktaya vurgu yapmak gerekiyor: Bilime hak ettiği değeri vermeyen, bilimsel-teknolojik gelişmelere kapalı, bilim insanlarını, teknik uzmanları görmezden gelen yönetim anlayışının sorunları çözmesi, vatandaşlarını mutlu etmesi ve gelecek kaygısını gidermesi mümkün değildir. Ne yazık ki bugün karşı karşıya kaldığımız durum budur.
Bitirirken şunu da ifade etmeliyiz: Tercih insan hayatını korumak, niteliğini yükseltmek, güvenli yapılarıyla, sosyal donatılarıyla, yeşil alanlarıyla yaşanabilir bir kent yaratmaksa, yani öncelikli tercihler insanlardan, toplumdan yanaysa çözülemeyecek sorun yoktur.
Bütün kaynaklar ve potansiyelimiz bu uğurda değerlendirilmelidir. Hiç şüphe yok ki bu ulusal bir seferberlik gerektirmektedir. Bilinmesini isteriz ki tarih, ulusal seferberliğin gereklerini yerine getirmeyenleri “vatandaşına acı çektirenler, ulusun yıkımına sebep olanlar” şeklinde yazacaktır.
Nusret SUNA
İstanbul Şube Başkanı
Türkiye Hazır Beton Birliği: “Depreme Dayanıksız Olan Yapılar Acilen Yenilenmelidir”
17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin 22’inci yıl dönümü vesilesiyle açıklamada bulunan Türkiye Hazır Beton Birliği Başkanı Yavuz Işık, 2019 yılında yürürlüğe giren yeni Türkiye Deprem Tehlike Haritası incelendiğinde nüfusumuzun yüzde 70’ten fazlasının deprem tehlikesi yüksek bölgelerde yaşamakta olduğunun görüldüğünü ve Türkiye’de depreme dayanıksız olan 6,7 milyon konutun acil olarak yenilenmesi gerektiğini söyledi.
Türkiye’de standartlara uygun beton üretilmesi ve inşaatlarda doğru beton uygulamalarının sağlanması için 1988 yılından bu yana çalışan Türkiye Hazır Beton Birliği (THBB), 17 Ağustos 1999’da yaşanan deprem felaketinin 22’inci yıl dönümünde deprem gerçeğini hatırlattı. Geçmişte yurdumuzda birçok yıkıcı depremler olduğu gibi, gelecekte de oluşacak depremlere karşı önlem alınmazsa büyük can ve mal kaybına uğrayacağımıza dikkat çeken Türkiye Hazır Beton Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Işık, “2019 yılında yürürlüğe giren yeni Türkiye Deprem Tehlike Haritası’nı incelediğimizde nüfusumuzun yüzde 70’ten fazlasının deprem tehlikesi yüksek olan bölgelerde yaşamakta olduğunu görüyoruz. 2012 yılından bu yana Türkiye'de 1,5 milyon konutun dönüşümü sağlanmıştır. 2019 yılında T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kentsel dönüşümün gerekli olduğu 6,7 milyon konuttan acil, öncelikli denilen 1,5 milyon konutun da 5 yıl içerisinde kentsel dönüşüm kapsamında yenileneceğini açıklamıştır. Bugün, Türkiye’de depreme dayanıksız olan söz konusu 6,7 milyon konutun tümünün yenilenmesi için gerekli adımlar atılmalı ve kentsel dönüşüm çalışmaları hızlandırılmalıdır.” dedi.
Özellikle 90’lı yıllardan önce inşa edilen yapıların mutlaka yenilenmesi gerekmektedir
2020 yılında yaşadığımız bazı depremlerin THBB’nin misyonunun önemini bir kez daha gözler önüne serdiğine dikkat çeken Yavuz Işık konuşmasını şöyle sürdürdü: “Elâzığ, Van ve İzmir illerimizde depremler yaşanmıştır. Elâzığ ve İzmir’de hasar görmüş yapıları incelemek üzere, uzmanlarımızdan oluşan ekipler gönderdik. Yıkılmış veya ağır hasar almış binaların ayrıntılı incelenmesi ve alınan numunelerin deneye tabi tutulması sonucunda hazırladığımız raporlar, binalarda ciddi mühendislik ve uygulama zafiyetleri ile birlikte ilkel yöntemlerle elle üretilmiş düşük kalitede beton ve standartlara uymayan, yetersiz donatı çeliği kullanımının yıkımlara neden olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle 90’lı yıllardan önce inşa edilen yapılarda elle veya basit betonyerlerle karıştırılıp dökülen kalitesiz ve dayanım sınıfı düşük olan betonların kullanıldığını ve yıkılan binaların beton kalitesinin C6, C10 gibi çok düşük dayanımlı betonlar olduğunu tespit ettik. Bu kalitesiz betonlar çok boşluklu ve geçirimli olduğundan, aynı zamanda içindeki donatı çeliğini dış ortam etkilerine karşı koruyamıyor ve korozyona da neden oluyor. Yani bu yapıların yıkılması için herhangi bir depreme gerek yok, bu binalar çevresel etki faktörleriyle de kendi kendiliğine yıkılmaya aday binalardır. Bu yapıların mutlaka yenilenmesi gerekmektedir.”
“KGS Belgeli Kaliteli Hazır Beton Olası Bir Depremde Birçok Hayat Kurtaracaktır”
Kaliteli beton kullanımı ve denetim ile depremi az hasarla atlatmanın mümkün olduğunu vurgulayan Yavuz Işık: “Yapılan araştırmalarda deprem yıkımlarının önemli nedenlerinden birinin standart dışı beton kullanılması, uygulama ve proje hataları olduğu görülmektedir. Depreme dayanıklı yapılara ihtiyaç olan ülkemizde hazır beton sektörünün en önemli sorunu bir kısım üreticinin denetim dışı, kalitesiz üretim yapmasıdır. THBB olarak önceliğimiz bu üreticilerle ilgili bütün kesimleri ve halkımızı bilgilendirmek, THBB Kalite Güvence Sisteminin (KGS) önemini anlatmak ve ülkemizde kullanılan betonun tamamının kaliteli üretilmesi için çalışmaktır. Hazır beton alanında kaliteyi garanti altına almayı hedefleyen Birliğimiz, Kalite Güvence Sistemi (KGS) ile tesislerin üretim şartlarını, teknik ve laboratuvar altyapısını, personel yeterliliğini denetleyerek kaliteli ve yüksek dayanım sınıflarında beton üretimi gerçekleşmesini sağlamaktadır. Beton üretim tesislerinin yerinde denetiminin yanı sıra habersiz ürün denetimleri de gerçekleştiren KGS, tarafsızlığı ile kalite sürekliliğine sahip beton kullanımının yaygınlaşmasına katkı sağlamaktadır. Hazır betonun üretim sürecinin tamamını kapsayacak şekilde denetlenmesi, deprem ve diğer dış etkilere dayanıklı binalar üretmek için kaçınılmaz bir şarttır. Kentsel dönüşümde de, kaliteli beton kullanımı ve doğru beton uygulamalarının sağlanması gerekmektedir. Yeni yapıların inşasında ve kentsel dönüşüm çalışmalarında kullanılacak KGS belgeli kaliteli hazır beton, olası bir depremde birçok hayat kurtaracaktır.” dedi.
“İnşaat Sürecindeki Bütün Kurallara Eksiksiz Uyulması Gerekiyor”
İnşaat yapım sürecinde dikkat edilmesi gereken kurallara değinen Yavuz Işık, yapıların depreme dayanıklı olması için inşaatların tasarım ve yapım zincirinde bulunan “zemin incelemesi”, “doğru projelendirme”, “kaliteli malzeme”, “doğru uygulama” ve “denetim” kurallarının hepsine eksiksiz uyulması gerektiğinin altını çizerek, ülkemizdeki Yapı Denetim Sistemi’nin önemini vurguladı.
“İnşaatlarda Daha Yüksek Dayanım Sınıfında Betonlar Kullanılmalı”
Türkiye Bina Deprem Yönetmeliğinin binalarda en az C25 dayanım sınıfı betonun kullanılmasını öngördüğünü söyleyen Yavuz Işık, “2019’da yürürlüğe giren bu Yönetmeliğe göre yapılarda kullanılacak beton dayanım sınıfının bir sınıf yükseltilmesi sevindiricidir ancak yeterli değildir. Özellikle betonarme yapıların uzun yıllar boyunca depreme karşı dayanıklı olabilmesi için dış çevre etkilerine de dayanıklı olacak şekilde boşluksuz ve geçirimsiz olması gerekir. Bu dayanıklılığın yani dürabilitenin sağlanması için, beton dayanım sınıflarının daha da yükseltilmesi çok önemlidir. Yüksek dayanım sınıflarında ve kalite belgeli betonlarla inşa edilen doğru tasarlanmış ve denetlenmiş binaların depremde alacağı hasarın daha az olacağını öngörebiliyoruz.” dedi.
“Deprem Performans Analizi Hizmetimize Devam Ediyoruz”
İstanbul Kalkınma Ajansı (İSTKA) desteğiyle kurdukları Türkiye Hazır Beton Birliği Beton Araştırma Geliştirme ve Danışma Merkezi ile sektöre AR-GE ve teknoloji danışma hizmeti vermeye devam ettiklerine dikkat çeken Yavuz Işık, “Beton ve beton bileşenleri ile ilgili bütün deneyleri yaptığımız ve kalibrasyon hizmeti verdiğimiz laboratuvarımız, genişleyen kapasitesiyle birlikte ülkemizdeki ve yurt dışındaki önemli projelere hizmet vermektedir. 2019 yılında başlattığımız Deprem Performans Analizi hizmetimize devam ediyoruz. Binalarının depreme karşı dayanıklılığını merak etmekte olan; mülk sahipleri, bina yöneticileri, mühendislik büroları, belediyeler ve mahalli idareler, kamu kurumları için benzerlerinden ayırt edici özelliklere sahip ve ayrıntılı Deprem Performans Analizi Raporu hazırlayabiliyoruz. Bu kapsamda yerel yönetimlerle de iş birliği yapmaktayız.” dedi.
Türkiye İMSAD Başkanı Tayfun Küçükoğlu: Türkiye İMSAD Yönetim Kurulu Başkanı Tayfun Küçükoğlu, ‘17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin 22. yıl dönümü nedeniyle yaptığı açıklamada, depreme hazırlık için kentsel dönüşümün hızlanması ve hane halkının kaynaklarının bir kısmını bilinçli bir şekilde deprem güvenliğine aktarması gerektiğini vurguladı. Tayfun Küçükoğlu, “Depreme hazırlık; toplum olarak uzun zamandır orta-uzun vadeli planlar yaparak aşmamız gereken hayati konulardan biri. Gelecekteki refahımız, çocuklarımıza sağlıklı, güvenli binalar ve kentler bırakmak için bugün konforumuzdan fedakârlık yaparak, orta-uzun vadeli planlarla hareket etmemiz büyük önem taşıyor. Doğal afetlerin verdiği mesaj; sadece düzeltici değil, önleyici faaliyetlerin de hızlandırılması gerektiği yönünde. Önceliğimiz; dayanıklı, çevre dostu yapılarla can ve mal güvenliğini sağlamak olmalı” dedi. Türkiye’de büyük yıkımlara ve derin acılara yol açan 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin 22. yıl dönümü nedeniyle bir açıklama yapan Türkiye İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği (Türkiye İMSAD) Yönetim Kurulu Başkanı Tayfun Küçükoğlu, şunları söyledi: “Ülkemizde meydana gelen depremlerde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımızı bir kez daha rahmetle anıyoruz. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi sadece Marmara Bölgesi değil tüm Türkiye için bir milat oldu. Ancak deprem kuşağında yer almamız nedeniyle depreme karşı daha hazırlıklı olmamız gereken ülkemizde, maalesef büyük yıkımlar ve acılar yaşamaya devam ediyoruz. Geçen yıl 30 Ekim’de Ege Bölgesi’nde meydana gelen depremde yaşadığımız kayıplar, güvenli binalara sahip olmamızın ne denli hayati önem taşıdığını, önceliğimizi can ve mal güvenliğine vermemiz gerektiğini hepimize bir kez daha hatırlattı. Görüyoruz ki; binalarımızın yüksek risk taşıması, en başta dönüşümün hızlandırılması ve güçlü yapılara kavuşmamız için daha birçok adımın atılması gerektiğine işaret ediyor. Ayrıca ülke olarak büyük üzüntüyle takip ettiğimiz son yaşanan sel felaketleri de, binaların doğru konumda inşa edilmesinin depreme hazırlık açısından olduğu kadar sel, toprak kayması gibi afetler için de büyük önem taşıdığını gösteriyor. Doğal afetlerin verdiği mesaj; sadece düzeltici değil, önleyici faaliyetlerin de hızlandırılması gerektiği yönünde.
“İhtiyacımız, Ortak Bilincimizi Geliştirerek Ritmimizi Yükseltmektir” Mevcut durumumuzun ülkemizin, sektörümüzün gelişmişlik seviyesiyle daha uyumlu hale gelmesi gerekiyor. Sektörümüz dünya çapında gelişmişlik seviyesine sahip. Gerek müteahhitlik, gayrimenkul geliştirme imkanlarımızla; mühendislik, müşavirlik, mimarlık hizmetlerimizle gerekse inşaat malzemesi üretim kapasitesi, teknolojisi ve fiyatlarıyla bu işi gerçekleştirmek için dünya çapında geçerli yeteneklere sahibiz. İhtiyacımız, ortak bilincimizi geliştirerek ritmimizi yükseltmektir. Ülkemizin de sınırlı kaynakları olduğunu biliyoruz. Deprem riskinin ve acısının büyüklüğünün de ne kadar fazla olduğunun farkındayız.
“Kaynaklarımızı Öncelikle Deprem Güvenliği İçin Kullanmalıyız” Tüm ümidimizi uzun vadeli kredilere, desteklere bağlamadan, deprem güvenliğini geliştirme bilincimizi artırıp kaynaklarımızın kullanım önceliğinin deprem güvenliğine aktarılmasını sağlarsak, güvenli yapılara geçme motivasyonu da artacaktır. Halkımızın deprem güvenliği bilincini tespit etmek ve geliştirme stratejilerini belirlemek adına uzun vadeli bir seferberlik başlatılması gerektiğine inanıyoruz. Kısa vadeli çözüm arayışları bizi istenen sonuca ulaştırmayacaktır. Hane halkının, kaynaklarının bir kısmının öncelikle deprem güvenliğini geliştirmeye aktarılabilmesi ve oluşan bilinçle beraber kamunun desteklerinin de daha verimli şekilde değerlendirilmesi, depreme karşı güvenli yapılara geçme hızını artıracaktır. Deprem güvenliğini geliştirme faaliyetlerimiz ile hayatta kalmasına vesile olacağımız her can, vereceğimiz ulvi mücadelede temel motivasyonumuz olacaktır.
“Güçlendirme ve Yenileme Seçenekleri de İyi Değerlendirilmeli”
Kentsel dönüşümü hızlandırmak için binalar üç gruba kategorize edilerek; ‘kesinlikle yıkılması gerekenler’, ‘güçlendirilerek kullanılabilecekler’, ‘deprem riski olmayan binalar’ olarak tasnif edilmeli. Alan dönüşümü esas alınmalı. Ayrıca ülkemizde kentsel dönüşüm kapsamında tek uygun çözüm olarak vurgulanan ‘yıkım ve yeniden yapımın’ yanı sıra, Avrupa Birliği ülkelerinde olduğu gibi ‘güçlendirme/yenileme’ çalışmalarının da önemli bir seçenek olduğunun farkında olmalıyız.”
TMB Başkanı M. Erdal Eren:
“Depremle Mücadelede
Türkiye Müteahhitler Birliği (TMB) Başkanı M. Erdal Eren, Marmara Depremi’nin 22. yıldönümü kapsamında yaptığı açıklamada, “17 Ağustos 1999 tarihinde gerçekleşen depremde kaybettiğimiz binlerce vatandaşımızın acısını bugün de yüreklerimizde hissetmekteyiz. Depremle mücadelede kaybedecek zamanımız yok. ‘Ehil Yapı Müteahhidi, Güçlü Yapı Denetimi, Yetkin Mühendislik Sistemi, Mesleki Yeterlilik Belgeli İşgücü, Kaliteli Malzeme, Çok Yönlü İmar Mevzuatı ve Bilinçli Kamuoyu’ konuları önceliklerimiz olmalı” dedi. Marmara Depremi’nin 22. yıldönümü kapsamında Türkiye Müteahhitler Birliği (TMB) Başkanı M. Erdal Eren tarafından yapılan açıklamada, aynı acıların tekrar yaşanmaması için depremle mücadelede hızla odaklanılması gereken ve yedi başlık altında özetlenen öncelikli adımlar hatırlatıldı. Bu başlıklar ‘Ehil Yapı Müteahhidi, Güçlü Yapı Denetimi, Yetkin Mühendislik Sistemi, Mesleki Yeterlilik Belgeli İşgücü, Kaliteli Malzeme, Çok Yönlü İmar Mevzuatı ve Bilinçli Kamuoyu’ olarak sıralandı. Yaşanan Marmara Depremi’nde kaybedilen binlerce vatandaşın acısının bugün de yüreklerde hissedildiğini ifade eden Erdal Eren, “Her zaman söylediğimiz gibi deprem değil, ihmal ve kusurlu yapılar öldürür. Aynı acıların tekrar yaşanmaması için müteahhitliğin doğru sınıflandırılması, etkin denetim ve hızlı bir kentsel dönüşüme ihtiyaç duyulmaktadır. Dünyanın en aktif deprem kuşaklarından birinde bulunan Türkiye’de sağlam yapıların önemi her geçen gün daha fazla hissedilmektedir. Güvenli yapılara ilişkin farkındalık artmakta ve önlemler memnuniyet veren biçimde alınmakta olsa da deprem gündeminin sürekli kılınarak ihtiyaçların tamamlanması gerekmektedir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın bu konudaki çalışmaları önemlidir ve daha da hızlanması öncelikli temennimizdir” dedi.
“Güvenli Yapılaşma Büyük Önem Taşıyor”
Yapılaşmada üretim, denetim ve eğitim aşamalarında depreme karşı sıfır tolerans ile hareket edilmesi gerektiğini anlatan TMB Başkanı Eren, şu şekilde devam etti: “Bir ülke gerçeği olan depreme karşı kentsel yapıların güçlendirilmesi, vatandaşların can ve mal kaybına uğramamalarını teminen güvenli yapılaşmanın yaygınlaştırılması ve modern kentleşme hedeflerine en kısa zamanda ulaşabilmek için kentsel dönüşüm projeleri ve konut yatırımları büyük önem taşımaktadır. Topyekün bir mücadele için daha önce dile getirdiğimiz üzere, ‘Ehil Yapı Müteahhidi, Güçlü Yapı Denetimi, Yetkin Mühendislik Sistemi, Mesleki Yeterlilik Belgeli İşgücü, Kaliteli Malzeme, Çok Yönlü İmar Mevzuatı ve Bilinçli Kamuoyu’ konu başlıkları önem arz etmektedir.”
İZODER Başkanı Emrullah Eruslu: Isı Su Ses ve Yangın Yalıtımcıları Derneği İZODER, '17 Ağustos Marmara Depremi’nin 22. yıl dönümü nedeniyle bir açıklama yaptı. Binaların su yalıtımı ile korunmasının depremin yıkıcı etkisine karşı hayati önem taşıdığını belirten İZODER Yönetim Kurulu Başkanı Emrullah Eruslu, “Ülkemizde su yalıtımına sahip binaların oranının toplam yapı stokuna göre düşük olmasından dolayı mevcut binaların depreme dayanıklılığı konusunda endişe duyuyoruz. Güvenli ve sağlıklı binalara sahip olmak için kentsel dönüşüm sürecini iyi değerlendirmemiz gerekiyor“ dedi. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin üzerinden 22 yıl geçmesine rağmen, yapıların depreme karşı hâlâ hazırlıklı olmadığına dikkat çeken İZODER Yönetim Kurulu Başkanı Emrullah Eruslu, “Marmara Depreminde hayatını kaybeden vatandaşlarımızı bir kez daha rahmetle anıyoruz. Ülke olarak depremle yaşamayı öğrenmeli, güvenli yapılaşma bilinciyle hareket etmeliyiz. Ülke genelinde milyonlarca konutta halen binaların taşıma gücünü korumaya yönelik yapılması gereken su yalıtımı bulunmuyor. Bugün su yalıtımı ile donatılmış güvenli ve nitelikli binaların inşa edilmesinde kentsel dönüşümü bir fırsat olarak değerlendirilmesi çok önemli” diye konuştu. Korozyona uğrayan bir binanın donatı taşıma gücünün 5 yılda yüzde 50’sini, 15 yılda yüzde 90’ını, 24 yılın sonunda ise tamamını kaybedebildiğini belirten Emrullah Eruslu şunları söyledi: “Betonarme yapı sistemlerinin en çok etkilendikleri noktalardan biri suya karşı hassasiyetleridir. Yapılarımıza suyun nüfuz etmesi durumunda, taşıyıcı elemanlarda bulunan demir donatılar korozyona maruz kalarak paslanıyor ve binalarımızın ömrü ve dayanıklılığı azalıyor. Dolayısıyla binalarımızın taşıma gücünü su yalıtımıyla koruma altına almamız büyük önem taşıyor. Türkiye’de mevcut bina stokunun yüzde 80’e yakını 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nden önce, yüzde 20’yi aşkını ise 2000-2020 arası inşa edilmiş durumda. Binalarda Su Yalıtımı Yönetmeliği’nin yürürlüğe girdiği 1 Haziran 2018’den itibaren inşa edilen ve zorunlu olarak su yalıtımı yapılan bina sayısı toplam yapı stokunun sadece yüzde 1.5’ini oluşturuyor. Toplam 9.8 milyon bina, 28.6 milyon konutun bulunduğu ülkemizde bu oranlar, bugün güvenli bina sayısı konusunda maalesef istediğimiz noktada olmadığımızı gösteriyor. Önümüzdeki süreci iyi değerlendirip, su yalıtımını kaliteli malzeme ve uzman uygulamalar ile gerçekleştirirsek, her deprem sonrasında yaşadığımız üzücü durumların önüne geçebiliriz. Türkiye’de inşaat sektöründe büyük bir eksikliği gidererek binalara dayanıklılık, kalite ve konfor kazandıracak ‘Binalarda Su Yalıtımı Yönetmeliği’nin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, İZODER’in de destek ve girişimleriyle mevzuattaki eksikleri gidermek üzere hazırlandı. Yeni yönetmelikle, su yalıtımının yeni binalarda uygulanması zorunlu hale getirildi. Yeni yapılan binalarda bu yönetmelikte öngörülen esaslara uyulmadığının tespit edilmesi halinde, bu eksiklikler giderilinceye kadar binaya yapı kullanma izin belgesi verilmiyor.
‘Su Yalıtım Yönetmeliği Kılavuzu’nu kullanıma sunduk
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile İZODER arasındaki teknik iş birliği protokolü çerçevesinde çalışmalarımız sürüyor. Yalıtım sektörünün katkıları ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın destekleri ile hazırlanan ‘Su Yalıtım Yönetmeliği Kılavuzu’nu 17 Ağustos 2020 tarihi itibarıyla www.izoder.org’da yayınlıyoruz.” İlginizi çekebilir... Alumil Türkiye'nin Showroom'u Görkemli Bir Davetle AçıldıAlumil'in İstanbul İnönü caddesi No 88-89 Bimeks Plaza'da yeni showroom'u 3 Temmuz 2025 tarihinde Alumil CEO'su George Milonas ve Yöne... Türk Alüminyum Sektörü Küresel Sahnede200'den fazla ülkeye ihracat yapan Türk alüminyum sanayi, Londra ve Şikago'da düzenlenen uluslararası zirvelerde etkin bir şekilde temsil edil... Yazlıklarda Konforun ve Dayanıklılığın Anahtarı: Isı ve Su YalıtımıOzan Turan, "Yazlık evlerde ısı yalıtımı sadece kış aylarında düşünülmesi gereken bir konu değil. Yazın da iç mekân konforunu sağlayarak hem yaş... |
||||
©2025 B2B Medya - Teknik Sektör Yayıncılığı A.Ş. | Sektörel Yayıncılar Derneği üyesidir. | Çerez Bilgisi ve Gizlilik Politikamız için lütfen tıklayınız.