
İçe Kapanık Megarondan Güleryüzlü Anadolu Kentine...![]()
Doğduğum İstanbul'un zaten her yeri tarihti; çocukluğumun geçtiği İzmit'teki ilkokulun bahçesinde Roma çağından kalma sütun başlıkları arasında köşe kapmaca oynardık... Oturduğumuz SEKA lojmanları yapılırken kazma küreğe takılan harikulade kalıntıların bir araya getirilmesiyle oluşturulan açık hava müzesi gibi yer, mahalledeki oyun arkadaşlarımla buluştuğum gizli karargahımızdı! Atatürk, yarattığı ulusun, Anadolu'nun eski sakinlerinin doğal mirasçısı olduğunu düşünen ilk hümanist olmalı: O’nun hayatta olduğu devrim yıllarında, gerçekte Türk soyundan ve İslam dininden olup-olmadıklarına bakılmaksızın, Anadolu'da en eski uygarlıkları kurmuş toplumların da yeni Türk ulusunun gerçek ataları olarak benimsenmelerini sağlamak amacıyla, arkeoloji çalışmalarına önem veriliyor, eğitim-öğretim bu yönde düzenliyor ve gündelik hayatta sık sık karşılaşılsın diye önemli ekonomik işlevlerle yeni kurulan bankalara Eti, Sümer; yeni alınan yolcu gemilerine Sus, Trak gibi eskiyi anımsatan isimler konuyordu. Oysa anımsıyorum, geçmişle günlük yaşamda bu denli içli-dışlı olmamıza karşın, çocuk aklımızla yine de sanki tarihle aramızda bir bağlantı kopukluğu duyumsardık: eğer camiye dönüştürülmüşse, eski bir kilise "bizim" olabiliyordu ama aksi durumda, o, ne denli görkemli olursa olsun, bu ülkeye bir zamanlar ayak basmış bir takım yabancıların bıraktığı kalıntıdan başka bir şey değildi! Geçmişe dönüp baktığımda gördüğüm şu: herhalde benim ilkokul çağım olan Demokrat Partili yıllarda, Atatürk karşıtlığı, -bugünkü kadar olmasa da- olumsuz etkisini iyice göstermeye başlamış olmalıydı... Yoksa, bizim çocuk neslimiz, anne-babalarımızın aksine, geçmişle arasında doğal bir bağ kurmakta neden zorlanır hale düşsün?.. Bugün, 60 yıldır süren karşı-devrim süreci sonucunda ulaşılan nokta, gericilik açısından doğrusu büyük başarı(!) sayılmalı: milletimizin tarihi, 1071'de Malazgirt'te başlar; ondan öncesi sapkın inanışlardaki bir takım yabancı kavimlerin önemsiz hikayeleridir ki bu, bizden çok Avrupalıları ilgilendirmektedir! Ne var ki bu gülünç ve dar görüşlü öğretim dayatmasını çürütmek için tek başına mimarlık tarihi yeter: çünkü mimarlık, uygarlıkların aynasıdır. Geçmişten kalan yapıları inceleyerek birbirini izleyen uygarlıkların nasıl etkileştiklerini, toplumların yaşayış biçimlerinin hangi süreçte ve ne oranda değişime uğradığını sağlıklı şekilde gözlemlemek olasıdır. Eğer doğru olan bu değil de "tarihimiz 1071'de başladı" savı olsaydı, o tarihten beri Anadolu'da yalnızca çadırlı bir yaşam hüküm sürüyor olacaktı demek abartı sayılmamalı, çünkü bilinen şu ki, -ne denli soylu devlet geleneklerine sahip olurlarsa olsunlar- Türkler, yerleşik düzene alışık değildiler, mimarlık ve yapı sanatı konusunda uzmanlıkları yoktu. Oysa Selçuklu dönemi, mimarlık açısından Anadolu'nun en parlak ve özgün çağlarından birisidir. Bizans'ın iyice çaptan düşüp, denetimi yitirdiği bir ortamda bütün Anadolu, Selçuklu sultanları eliyle köprüler, yollar, kervansaraylar, camiler ve hastanelerle donatıldı. Şehir surları, saraylar, mezar anıtları ince bir zevkle inşa edildi... Konya'daki Alaeddin Camii, daha çok bir Arap camiidir: çünkü mimarı Şam'dan getirtilen bir Araptır. Pekiyi, insan vücutlu melekler, hayvan ve bitki tasvirleri ile bezeli Kayseri sur kapıları, kümbet diye adlandırılan tuhaf şekilli türbeler, katedral planlı kervansarayların esin kaynağı ne olabilir? Bu sorunun yanıtını ben Kars'ın doğusundaki Ani kent kalıntılarını gezdikten sonra buldum: her çağda oradan oraya göçe zorlanmış, ama yapı zanaatındaki ustalığını elden bırakmamış eski bir Anadolu halkı olan Ermeni yapı geleneği... Kuşkusuz, Selçuklular, Anadolu'da büyük bir iktidar boşluğunu doldurmuşlardı. Tüm ülkede güvenlik sağlandı, ticaret canlandı, üretici ve sanatkarlara iş alanları açıldı. Üstelik, bitmez-tükenmez mezhep kavgalarından bitap düşmüş Hıristiyan kavimler, bu sade ve hoşgörülü yeni tek tanrılı dine inanan yöneticiler sayesinde huzura kavuştular. Bu olumlu ortamda Anadolu'da yaşayan sanat ve meslek erbabının bilgi ve becerilerini yeni egemenlere gönüllü olarak sunmalarından daha doğal ne olabilir? Araya giren Moğol istilalarının ardından, bu kez Osmanlı adı altında örgütlenen Türk egemenliği ile eski yerli halklar arasındaki ilişkiler olumlu gidişini sürdürdü: Müslüman olmayan aile kökeninden gelen Sokollu gibi başvezirler, Kılıçali Paşa gibi donanma komutanları ve elbette Koca Sinan gibi mimarlar Osmanlı'nın şanına şan kattılar... Arapların söyleyiş şekliyle Rum (Roma) ülkesinde kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemi olan XIII. yüzyıldan tam iki bin yıl önce Anadolu'nun batısı, "Yunan" diyerek kendimizden saymadığımız büyük uygarlığın beşiği konumundaydı. Öyle ki, Rönesans döneminde, bin yıl süren gaflet uykusundan uyanan -ve gerçekten uyanıklık yaparak, hiç ilgileri olmadığı halde- kendilerini bu uzak uygarlığın mirasçısı ilan ediveren Avrupalılar ne derlerse desinler, hakiki mirasçı Anadolu halkıdır. Kıta Yunanistanı koyu bir barbarlık içinde yaşarken Karya, İyonya, Eolya ve Troya'sı ile Anadolu, göz kamaştırıyordu. Toplumsal işlevlere göre düzenlenmiş kent planları yeryüzünde ilk kez bu topraklarda ortaya çıktı. Tapınaklar, anfi-tiyatrolar, kamusal alanlar burada şekillendi. Konut olarak ise Girit Adası’nın en eski uygarlığı olan Minos saraylarında kullanılan mimari tarz, Megaron benimsendi ve yüzyıllar boyunca pek değişmeden kullanıldı. Megaron, dışarıya hiç bir penceresi olmayan, tek bir sokak kapısından geçilerek girilen iç avluya açılan iki ya da daha çok sayıda karanlık odadan oluşan bir konut tipidir. (Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı, Türkçedeki mağara sözcüğünün megarondan geldiğini söyler. Sabahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat... Bu üç hümanist sayesinde Anadolu'nun geçmişi ile bugünü arasında bağlar kurulmaya başlanmıştı. Artık üçü de yok. Ne büyük bir boşluk!..) Sokaktan böylesine kopuk, aile yaşamını tümüyle dışa kapalı dar bir alanla sınırlayan megaron, Antik Çağ'ın, büyük kent meydanları, tiyatrolar, geniş caddeler ile özendirilen "toplumsal yaşam" anlayışıyla çelişmiyor mu? Antik Çağ yaşantısını Hollywood filmlerinden öğrendiğimiz için bize öyle geliyor! Evet, tüm yurttaşların eşitlik ve ifade özgürlüğüne saygı ilkesine dayalı "demokrasi" kavramının, Antik Çağ'ın Yunan kent devletlerinde ortaya çıktığı doğrudur. Ancak, yurttaş tanımına yalnızca özgür erkeklerin girdiğini, kölelerin ve tüm kadınların bu tanım dışında kaldığını gözden kaçırmamak gerekiyor! İnsanlık tarihi, aslında erkeklerin tarihi değil midir? Antik Yunan'da da, Mehmet II'nin fethettiği Konstantinopolis'te de koyu bir erkek-egemen yaşam hüküm sürmekteydi: kadınların erkeklerle bir arada ve eşit bir yaşamı paylaştıklarını düşünmek yanlış olur. Örneğin, kadın ve erkeklerin birlikte yıkandıkları hamam kültürü eski Yunan'da yoktur: ören yerlerini gezerken önümüze çıkanların tümü Roma çağında eklenmiştir. Doğu Roma adıyla kurulmuş olsa da, Bizans, ağırlıklı olarak Yunan toplumsal gereklerine göre şekillenmiş bir toplumdu: Türklerin devraldığı imparatorlukta, hamamlar gibi ibadet yerlerinde de kadınlarla erkeklerin bölümleri ayrılmış bulunuyordu. Kaç-göç olayını İslam ile bağdaştırmak, en azından Anadolu için geçerli değil. Anadolu'da Müslüman Türklerin devraldıkları kadın-erkek ayrımcılığı dinle doğrudan ilintili değil, onun kökü en eski çağlardan beri sürmekte olan erkeklerin üstünlüğü üzerine kurulu toplumsal yapı. Bunun en açık kanıtı, Anadolu'da, mübadele öncesi bir arada yaşayan Hıristiyan ve Müslüman köylülerin benzer yaşam tarzlarını belgeleyen sararmış fotoğraflar. Araplar'ın kaç-göç anlayışları bundan çok farklı: eşitlik konusunda yüz yıl öncesinden başlayan mücadelelerinde, Atatürk sayesinde büyük bir sıçrama yapmış Anadolu kadınlarının, İslamiyet adına son yıllarda dayatılmaya çalışılan Arap usulü yaşam (daha doğrusu, yaşamdan mahrum bırakılma!) dayatmasına tepkisi, onun için bu denli büyük! Bizans'tan devraldıkları Anadolu'nun bütün kültür, sanat ve meslek birikimlerinden yararlanmayı bilmiş Selçuklu sultanlarının, yeryüzünün belki de bu en ayrıcalıklı topraklarına yaptıkları pek çok olumlu katkıdan biri, birbirinden kopuk toplulukları kaynaştıran güven ve hoşgörü ortamını sağlamaları ise diğeri, yerleşik düzene geçmeden önceki yaşamlarında hiç bilmedikleri kadın-erkek ayrımcılığını yadırgayan bir yaklaşımla Anadolu'nun kemikleşmiş erkek-egemen anlayışını sarsmış olmalarıdır kuşkusuz. Bunu neye dayanarak mı ileri sürüyorum? Elbette mimarlık yapıtlarını gözlemleyerek! Ermeni ve Rum mimar ve yapı iş gücünü istihdam ederek yeniden imar ettikleri kentler, artık megaron kümelerinden değil, sokakla, komşuluk ilişkileriyle barışık, kaç-göç zihniyetinden uzak, aydınlık yüzlü evlerden oluşuyordu, bunu fark ederek... Orhan Baltacıgil İlginizi çekebilir... 2025, İnÅŸaat Sektöründe Enerji Dönüşümü için Dönüm Noktası Olacak mı?Avrupa genelinde artan faiz oranları ve inÅŸaat maliyetleri, bina sahiplerini 2024 yılında enerji dönüşüm projelerine yatırım yapma konusunda temkinli ... CEPHEDER; "2024 Yılı Sektörel DeÄŸerlendirmesi ve 2025 Yılı Öngörülerimiz"2024 yılı, çatı ve cephe sektörü için dinamik ve zorlu koÅŸulların bir arada yaÅŸandığı bir yıl oldu. Küresel ekonomik istikrarsızlıklar, malzeme maliye... Cephe Sistemlerinde DijitalleÅŸme ve Sürdürülebilirlik: GeleceÄŸe Yönelik YatırımlarSon yıllarda inÅŸaat sektörü genelinde, özellikle cephe sistemlerinde sürdürlebilirlik ön planda yer almaya baÅŸlamıştır. Modern binaların estetik görün... |
||||
©2025 B2B Medya - Teknik Sektör Yayıncılığı A.Åž. | Sektörel Yayıncılar DerneÄŸi üyesidir. | Çerez Bilgisi ve Gizlilik Politikamız için lütfen tıklayınız.