Ah Åžu Tutuculuk
Gün gelir, insanın ezberi bozuluverir. O güne kadar doğruluğundan kuşku duymadığın bilgi birikimin, sağlamlığından emin olduğun için sağda-solda güvenle savuna geldiğin kuramların bir bakarsın temelsiz, dayanaksız kalıvermiş! Bozgunu kabullenip her şeye sıfırdan, yeni bir sayfayla başlayabilmek erdem işi: öyle kolay değil... Şaşkınlık anı geçer geçmez, insanın ilk tepkisi "bir dakika, bu denli yanılmış olamam, mutlaka gözümden kaçan bir şeyler var!" diye eski doğrularına arka çıkmak oluyor. Hele "ezberi bozulan" tek bir kişi değil de bir grup, bir kurum, bir cemaat ise hatayı kabullenme erdemini boşuna arama: bulamazsın! Toplu halde madara olmak nedense daha ağır geliyor olmalı! Apaçık ortaya çıkan yeni gerçek çürütülemeyince, sürü zihniyeti devreye giriyor ve tartışmaları sona erdirmek için eski ezber "dogmalaştırılıp" sorgulanması olanaksız hale getiriliyor. "Dünya dönüyor!" diyen Galileo'yu mahkum eden çok bilmiş Engizisyon yargıçlarının, "Evrim Teorisi"ni günah ilan eden "Yaradılışçı"ların tavrı bu değil mi? Depremin açıkça ortaya koyduğu gerçeğe karşın, hala "beton dogması"na sıkı-sıkıya sarılan üniversitelerimizin, meslek odalarımızın davranışı sanki farklı mı? Türkçe'deki "Eski köye yeni adet getirme!" deyiminde de özlü şekilde ifade edildiği gibi tutuculuk, köylülüğe özgü bir olgu mudur? Gerçi, köy yaşamının tekdüzelik içeren döngüsel ritminin tutuculuğa yatkın bir ortam oluşturduğu açık. Ama bu yazının konusu, köy usulü bir tutuculuk değil. Aslında bütün toplumlara özgü, yeni bir şeyler öğrenmeye ayak direme, bilinmeyenden korkma, bildiğini sandığın şeyin yanlış çıkabileceği olasılığından ürkme anlamındaki tutuculuk. Bu tutuculuk zararlı: çünkü, toplumların edilgen, etkisiz bireyleri eliyle değil, erk ve orun sahibi, yetkili konumdaki kişiler eliyle beslenip uygulanıyor; buna karşı çıkanların yolları yine bu kararlı tutucular tarafından kesiliyor. Bu tutuculuk, eğitim sistemine el atmış durumda: ilerde ezber bozucu öğelerin yetişmesini baştan engelleme çabasında. Yetişme çağında olan bir gencin "sorgulama"yı öğrenmesinden ödleri kopuyor bu tutucuların. * * * Arkeoloji, bilim olarak XIX. yüzyılın son çeyreğinde tanımını buldu; ondan öncesi, tarihi eser yağmacılığı ve define avcılığıydı. Acımasız sömürgeciliğin kirli paralarıyla beslendiği halde bunu göz kamaştıran görkemli dekoru ardında ustalıkla saklayan Avrupa uygarlığı, o yıllarda gerçekleştirdiği endüstri devrimiyle birlikte yeryüzünü yönetme yetkisini de kendisine yakıştıracaktı: bu bağlamda, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, tarihi eserleri yerlerinden söküp, kendi ülkelerine fütursuzca taşıdılar. Birbirinden görkemli müzelerde sergilenmeye başlayan bu yapıtları -koparıldıkları coğrafyaları tanıma zahmetine katlanmadan- yeni mekanlarında inceleyen sanat tarihçileri de bir süre sonra kendi kafalarına göre bir "geçmiş uygarlıklar sınıflandırması" yaptılar. Buna göre Akdeniz havzası, uygarlıkların beşiğiydi ve ilk çağlardan beri kuzey ve güneyinde iki kutup oluşmuştu: bir yanda, Antik Yunan ile bunun ardılı niteliğindeki Roma, öte yanda Ehram ve Sfenksleri ile farklılığı su götürmez Mısır uygarlıkları. Bu iki odağın dışında başkası düşünülmemeliydi. Gerçi bu ezber de bir gün bozuldu: Anadolu'nun ortasında çok özgün ve gelişmiş bir başka uygarlık, Hitit uygarlığı keşfedilmişti. Bu da nereden çıkmıştı böyle? Şimdi bütün öğretiyi yeniden düzenlemek mi gerekecekti? Bin bir zahmetle oluşturulmuş eski bilgiyi savunma adına, son bir umutla girişilen: "Hitit diye bir medeniyet yok, olsa-olsa Mısır ile Yunan'ın Küçük Asya'da karşılaşmaları sonucu ortaya çıkmış melez bir toplumdur!" türünden çabalar da sonuç vermeyecekti. Zira, kazı sonuçlarına göre Hititler zaman sıralamasında Eski Yunan'dan daha öncesine tarihleniyordu. Evet, eninde sonunda dirençler kırılıyor, dogmalar yıkılıyor. Ne var ki yeniliği kabul ettirme işi, karşılığında bir takım ödünler vermeden gerçekleşmiyor. Mutlaka eskiye ait bir şeylerin de yeni olana eklenmesine göz yummanız gerekiyor. Mimarlıkta da benzer bir durum söz konusu. Alışkanlıklar kolay kolay terk edilemiyor. Bakar mısınız?.. Mimarlar Odası'nın simgesi bir "megaron", yani insanoğlunun mağaralardan çıkıp ilk inşa ettikleri konut tipi! Şaka bir yana, ne zaman birileri bir tarz, bir yapı tekniği geliştirdiyse hemen taklitçiler türemiş ve benzer yapılar, farklı coğrafyalarda ve farklı iklimlerde, ne pahasına olursa olsun aynen uygulanır olmuş. Depremlerle beşik gibi sallanan Ege Denizi'nin iki yakası ve aradaki adalar, Yunan uygarlığının da beşiğidir. İ.Ö. 9. yüzyıldan başlayarak tipik şekli belirginleşmeye başlayan Antik Yunan mimarisi, en başlarda ahşap ağırlıklıymış: yani depreme dayanıklı. Sonraları giderek boyutlar büyümeye başlayınca çok daha çekici ve göz alıcı mermer, ahşabın yerini almış. Depremlerde büyük hasar görüp yıkılmasının nedeni ise bu gösterişli malzemenin kırılganlığı yerine Tanrı Poseidon'un öfkesiyle açıklanır olmuş. "Eski köye yeni adet getirme!" sözü, biraz da yaşamın kısalığından ötürü, yeni şeyler öğrenme zahmetine girmektense, eskiden kalan öğretilerle idare etme kolaycılığının dışa vurumu... Öte yandan, bilinmeyen gelecek çoğu insanı ürkütür; geçmişi öğrenmek ise tam tersine güven verir. Sizden önce yaşanmış olayları dilediğiniz gibi yorumlayabilir, kendi var oluşunuzla ilişkilendirebilir, ömrünüzü uzattığınızı sanabilirsiniz: Şair Yahya Kemal "tarih okuyorum, yaşım beş yüz oluyor, bin oluyor!" demişti. "Tarih tekerrürden ibarettir" sözü ise, geçmişi masal gibi dinlemenin gevşekliğiyle hiç bir zaman geleceğe yönelik ders çıkarılmadığının saptanmasıdır ve ne yazık ki, her seferinde iş işten geçtikten sonra anımsanır! Bütün dünyada çelik ile yapılan gökdelenler, bizde -ne hikmetse- betonla yapılıyor. Üstelik çoğu görünüş olarak da Walter Gropius ve Mies Van der Rohe'nin 1920'lerde gerçekleştirdikleri "Bauhaus" devriminin sadelikli ve devrimci çizgisinin fersah fersah gerisinde kalmışlar. Hele, İstanbul'da bir büyük özel bankanın genel merkezi var ki, "taş devri gökdeleni" adını fazlasıyla hak ediyor. TOKİ ise dağ, tepe, ova demeden hamakat örneği dikkoz yapıları toprağa saplayıp duruyor. Prof. Işıkara, büyük İstanbul depreminin 2010-2014 arasında beklenebileceğini söylemiş. İstanbul'un, Macaristan'ın Pécs, Almanya'nın Essen kenti ile paylaşacağı "Avrupa Kültür Başkenti" unvanını üstleneceği yıl da 2010. Bir kazaya gelmeyelim de... Müslüman ülkeyiz: faturayı tanrı Poseidon'a kesmek bize yakışmaz! İstanbul'un her yerine laleler dikiyoruz: bu yeterli olur mu acaba? Gerçi, "Lale Devri" Osmanlı'yı yıkılmaktan kurtaramamıştı ya!..
İlginizi çekebilir... 2025, İnşaat Sektöründe Enerji Dönüşümü için Dönüm Noktası Olacak mı?Avrupa genelinde artan faiz oranları ve inşaat maliyetleri, bina sahiplerini 2024 yılında enerji dönüşüm projelerine yatırım yapma konusunda temkinli ... CEPHEDER; "2024 Yılı Sektörel Değerlendirmesi ve 2025 Yılı Öngörülerimiz"2024 yılı, çatı ve cephe sektörü için dinamik ve zorlu koşulların bir arada yaşandığı bir yıl oldu. Küresel ekonomik istikrarsızlıklar, malzeme maliye... Cephe Sistemlerinde Dijitalleşme ve Sürdürülebilirlik: Geleceğe Yönelik YatırımlarSon yıllarda inşaat sektörü genelinde, özellikle cephe sistemlerinde sürdürlebilirlik ön planda yer almaya başlamıştır. Modern binaların estetik görün... |
||||
©2025 B2B Medya - Teknik Sektör Yayıncılığı A.Åž. | Sektörel Yayıncılar DerneÄŸi üyesidir. | Çerez Bilgisi ve Gizlilik Politikamız için lütfen tıklayınız.