
SİT'İ Sac'la Korumak...![]()
Kemaliye'deyiz. Buraya gelinceye değin, Doğu Anadolu'da ilerlerken, yol boyunca insanı şaşkına çeviren yüce mor dağların, göz alabildiğine uzanan açıklıkların, adım başı renkten renge, biçimden biçime giren yeryüzü kıvrımlarının görkemli güzelliği anlatılır gibi değil! Yolun sonunda vardığımız Kemaliye ise vahşi doğa içinde sanki bir evcillik-uygarlık anıtı... Karasu (Fırat) Irmağı'nın 'yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım!' diyerek daldığı upuzun kaya dehlizinden şöyle bir soluk almak için çıktığı vadinin sağ yamacına yaslı, yeşilliklere gömülmüş bu küçük tarihî kenti uzaktan görür görmez içimizi bir umut kaplıyor: 'işte', diyoruz, 'demek ki oluyormuş; insanoğlu ile doğa, uyum içerisinde birlikte çalışarak, ortak bir başyapıt gerçekleştirebiliyorlarmış!' Doğrusu, böyle bir iş ve gönül birliğinin var olabileceğine artık ihtimal vermez olmuştuk. Çünkü günümüzde, gelişmiş yapı teknolojisinin de şuursuzca desteklediği mimarlık, doğa'yı, onunla uyum sağlama arayışı şöyle dursun, mutlaka değiştirilmesi/dönüştürülmesi gereken değersiz bir ortam, aşılması gereken bir engel gibi algılıyor. 'Las Vegas' yozluğu baş tacı edilip, tarih ve doğal güzellik fışkıran Akdeniz kıyılarımızda Eyfel Kulesi yanında Topkapı Sarayı, onun komşusu olarak da Kremlin'in çan kulelerinden oluşan tatil köyleri inşa etmek ya da kendine özgü saltık bir güzelliğe sahip, çölle denizin buluştuğu Arap Yarımadası'nda Pasifik atolleri yaratıp, bunların üzerine Beverly Hills malikânelerini oturtmak marifet sayılıyor! Üstelik, insan mantığına ve doğanın ruhuna böylesine aykırı uygulamalar, bir de 'sürdürülebilir gelişme', 'yeşil mimarlık' gibi yaldızlı yalanlara sarmalanarak yutturulmaya çalışılmıyor mu? Pes!.. Şurası çok açık: sürdürülebilir gelişme ve yeşil mimarlığın daniskası Kemaliye ya da bir türlü vazgeçilemeyen eski adıyla Eğin'de... Çünkü, Eğin'in her biri işlevsellik ve zerafet örneği olan "İNSAN YUVALARI", kent alanının her yerinden çağlayan coşkun SU kaynaklarından beslenen dut, ceviz, fındık ağaçlarından gelen AHŞAP, Fırat'ın taşıyıp durduğu KİL ve çevre dağların ana maddesi TAŞ'tan ibaret yapı malzemelerinin sanatkârların yetenekli ellerinde yoğrulmasıyla üretilmişler. Kullanılan malzemelerin tümü Doğa Ana'nın zahmetsizce yenileyebildiği türden... Bunların çıkarılmasında hiçbir kirletici eylem yok, hiç gereksiz enerji harcanmamış. Gerçi bütün bu olmazsa olmaz koşulların bir araya gelmesi yine de Kemaliye'yi Kemaliye yapmaya yetmezdi, eğer o ince ruhlu -hadi söyleyelim- Ermeni ve Rum sanatkârların eli değmeseydi! Anadolu öyle bir değirmen ki, oldum olası, tüm farklılıkları öğütüp değerli karışımlara dönüştürmeyi bilmiş. Bu coğrafyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi burada da Müslüman ve Hıristiyan ahali yapmayı en iyi bildikleri işleri komşularına da sunarak yüzyıllar boyu güzellik içinde bir arada yaşayabilmişler. Sonuçta Kemaliye/Eğin gibi, -ekonomik nedenlerle uzaklaşmak zorunda kalsan bile- mutlaka yüreğinin yarısını bıraktığın ve ilk fırsatta koşup gelmek isteyeceğin sıcaklıkta bir sıla böyle ortaya çıkmış. Doğru mimarlık, Eğin'deki gibi olur: çevrenin dilinden iyi anlayacaksın, insanların neye gereksindiklerini iyi saptayacaksın, israftan kaçınacaksın ama incelik ve güzellik arayışından da vazgeçmeyeceksin... Doğru mimarlık, insanların iyi yetişmesinin de ortamını sağlar: Kemaliyeliler içlerinden çıkmış ve önemli yerlere gelmiş her meslekten değerli hemşerileriyle övünüyorlar. Ama neredeyse tümü uzakta yaşıyor. Kemaliye'ye bitişik Apçağa köyü kökenli ünlü ozan Ahmet Kutsi Tecer'in çok bilinen: "Orda bir köy var uzakta, / O köy bizim köyümüzdür. / Gezmesek de, tozmasak da / O köy bizim köyümüzdür." dizeleri işte bu gerçeği vurguluyormuş meğer... Gurbete çıkmak, Eğin'lilerin kaderi olmuş hep: kuşkusuz genelde, bu küçük kentin erkekleriymiş, uzaklarda nasiplerini arayanlar. Geride bırakılan eş ve sevgililere kalan ise hüzün ve özlemlerini düzdükleri maniler, yaktıkları türkülere aktarmak olmuş. Ne var ki kadınlar güçlüdür: ayrılık zor da olsa, acı da olsa, yaşamı sürdürmeyi bilirler. O güzelim evler de Eğin'li kadınların gayretiyle uzun zaman ayakta kalabilmişler. Ama bugüne ulaşmayı başarabilenlerin neredeyse tümünün çatı ve cepheleri, -yaralarını paçavralar ardında saklayan eski zamanın cüzamlıları gibi- oluklu sac levhalarla kaplanmış durumda. Buna karşın, hâla çekiciliklerinden pek bir şey yitirmemişler. Bir zamanlar oya gibi işlenmiş ahşap cepheler, bakımsızlık ve ihtiyarlığın acımasızca aşındırdığı hüzünlü güzelliklerini bu sac örtüsünün aralandığı ender yerlerden yine de şöyle bir gösteriyorlar. Kemaliye, ÇEKÜL Vakfı önderliğinde kurulan 'Tarihi Kentler Birliği' üyesi ve sit alanı statüsünde. Birliğin ilçe temsilcisi Etem Kılıç'ın verdiği bilgiye göre, son elli yıl içinde Eğin'de pek çok eski ev yok olmuş. Etem Bey, esas nedenin bu evlerin içinden 'kadın nefesinin eksilmesi' olduğunu söylüyor (demek ki son elli yıldır kadınlar da yurtlarını terk eder olmuşlar). Oluklu sacla kaplama kolaycılığından o da yakınıyor. Ne var ki bugün hâla bu denli çok sayıda eski yapının korunabilmesini de bu pratik çözüme bağlıyor. Erzincan Üniversitesinin bazı bölümleri Kemaliye'de kurulmuş. Bunlardan biri de Restorasyon Bölümüymüş. Buna 'aman ne isabetli olmuş!' diyemeyeceğim... Nedeniyse şu: yazının başından beri Eğin?in güzel ?mimari?sinden söz edip durdum ama bu mimariyi yaratanların bugün anladığımız anlamda okullu, diplomalı mimarlar olmadığını anımsatmadan geçemeyeceğim. Geleneksel Eğin Mimarlığı, tıpkı örümceğin müthiş bir geometri anlayışıyla ördüğü ağ, kırlangıçın akıl almaz bir malzeme bilgisiyle yaptığı yuva, ipek böceğinin sonsuz sabır ve özenle hazırladığı koza gibi yüzde yüz doğal ve içgüdüsel. Elbette, insan olmanın üstün özellikleri de buna eklenmiş... Efes gibi, Troya gibi yüzlerce yıldır içinde insan yaşamayan ören yerleri için 'restorasyon bilgisi' kuşkusuz gerekli. Ama, Eğin yaşıyor. Bu gibi ortamlarda biz mimarların, hele-hele akademisyenlerin, içgüdü ve doğallıktan kopuk, tepeden bakan yaklaşımlarımızın yarardan çok zarar vermesinden, doğrusu ya, biraz endişe duyuyorum! Eğin'de tanıştığımız ve kendini geleneksel yöntemlerle eski eser onarımları yapan bir yapı ustası olarak tanımlayan Mehmet Okur ise, "oluklu sacdan kurtulmadıkça Eğin'de hiçbir şey yapılmış sayılmaz!" görüşünde. Mehmet Usta'ya içtenlikle katılıyorum. Ama bence, "Sit"i Sacla Korumak'tan kurtulmanın yolunu yine o yörenin insanları bulmalı. Eskinin kısıtlı olanakları, bugünün gereksinimleri... Her şey öylesine farklı ki... Artık içinde yaşanamayacak denli eskimiş evleri şimdiki genç insanların da yüksünmeden oturabilecekleri hale getirebilmek bir kültür sorunu ve sırf koruma mantığıyla çözülemez. Bu kültüre yalnızca Eğinliler sahip. Sevdayla bağlı oldukları evlerini gençleştirmek, geçmişle bugün arasındaki en az elli yıllık kopukluğu bir örücü sabrıyla gidermek, ancak onların deneyecekleri, benimseyecekleri yeni malzeme ve yöntemlerle yine kendi içlerinden çıkacak sanatkârlar eliyle yapılırsa bir anlam ifade edecek. Mehmet Usta, yeni malzeme ve yöntemlerle ilgili fazla bir dokümantasyona sahip olmamaktan yakınır gibiydi... Yazılarım, Çatı&Cephe dergisinde yayınlanıyor... Sektörümüzün ileri gelenleri: işte size dünya güzeli bir çalışma ve tanıtım ortamı!..
İlginizi çekebilir... 2025, İnşaat Sektöründe Enerji Dönüşümü için Dönüm Noktası Olacak mı?Avrupa genelinde artan faiz oranları ve inşaat maliyetleri, bina sahiplerini 2024 yılında enerji dönüşüm projelerine yatırım yapma konusunda temkinli ... CEPHEDER; "2024 Yılı Sektörel Değerlendirmesi ve 2025 Yılı Öngörülerimiz"2024 yılı, çatı ve cephe sektörü için dinamik ve zorlu koşulların bir arada yaşandığı bir yıl oldu. Küresel ekonomik istikrarsızlıklar, malzeme maliye... Cephe Sistemlerinde Dijitalleşme ve Sürdürülebilirlik: Geleceğe Yönelik YatırımlarSon yıllarda inşaat sektörü genelinde, özellikle cephe sistemlerinde sürdürlebilirlik ön planda yer almaya başlamıştır. Modern binaların estetik görün... |
||||
©2025 B2B Medya - Teknik Sektör Yayıncılığı A.Åž. | Sektörel Yayıncılar DerneÄŸi üyesidir. | Çerez Bilgisi ve Gizlilik Politikamız için lütfen tıklayınız.